Zihinlerin İnşasındaki Sessiz Oyunlar

İnsanın algısı bir anlamda dış dünyayı anlamlandırma biçimidir. Bu nedenle insana yönelik algıyı yönetebilen, aslında gerçekliği de şekillendirme fırsatını elinde tutar. Tarih boyunca algı yönetimi yalnızca bir iletişim biçimi değil, aynı zamanda kitleleri yönlendirme ve gerçekliği yeniden tasarlama, kültürleri, değerleri inşa etme aracı oldu. Antik Roma’da gladyatör dövüşleriyle halkın öfkesi yatıştırıldı; Prusya’da demir, altından daha kıymetli hale getirildi; Orta Çağ’da dini sembollerle kolektif bilince yön verildi. Her dönemde güçlü olan, aslında gerçekliği de tanımlayabilen oldu. Günümüzde ise bu güç, yalnızca devletlerde veya geleneksel medyada değil, teknoloji şirketlerinde, içerik platformlarında ve veri sahipliğinde toplanır hale geldi.

21’inci yüzyıla geldiğimizde bu yönetim biçimi hem akış hem de yönetim biçimlerinde köklü şekilde kabuk değiştirdi. Algı yönetimi bu düzenin en merkezinde yani bireyin kendini belki de özgür hissettiği mecralarında göbeğinde yer alır oldu. Goebbels döneminin tek yönlü propagandası, yerini çoktan algoritmalarla şekillenen, kişiye özel ve anlık manipülasyonlara bıraktı. Sosyal medya akışları, yapay zekâ destekli duygu analizleri, ruh hâline göre hedeflenmiş içerikler…

Artık görünmeyen, farkına varılması güç, sessiz oyunun içerisinde ama daha etkili bir yönlendirme sarmalının merkezindeyiz. Algı yönetiminin en sofistike ve modern hali, algıyı oluşturması öngörülen içeriğin “görünmeden” etki edebilmesinde gizli. Artık propaganda denilen şey bayrak sallayarak değil, bir dans videosunun altına gizlenmiş yorumla, bir ‘influencer’ın rastgele gibi sunulan ürünle ya da bir Netflix dizisinde kurgulanan karakter tercihiyle yapılabiliyor. Bu stratejiye ise “Soft Framing (Yumuşak Çerçeveleme)” denilmekte. Yumuşak çerçeveleme, psikolojik savunmaları azaltarak izleyicilerin kendilerini zorlanmış hissetmeden mesaja daha açık hale gelmesini sağlamayı amaçlayan bir yaklaşım. Sessiz dünyanın derinliklerinden gelerek güven inşa etmek ve açık fikirli katılımı teşvik etmek amacıyla son dönemlerde de oldukça sık kullanılan bir iletişim yöntemi.

Bugün geldiğimiz noktada, insanın yalnızca neye inandığı değil, neden inandığı dahi programlanabilir hale geldi. En güçlü ayrıştırıcılarımızdan bir tanesi olan “neden” detayı dahi sessiz bir oyunun parçası olabiliyor artık. İnanç sistemlerimiz, düşünce kalıplarımız veya şüphe eşiklerimiz, algoritmalarla biçimlendirilebiliyor. Her yeni teknolojik sıçrama, manipülasyon kapasitesini daha da büyüten bir etki yaratıyor. Görünürde bilgiye erişim özgürlüğü artsa da, bu özgürlük çoğu zaman kişiye özel inşa edilmiş dijital baloncukların içinde şekilleniyor.

Gelecekte algı yönetimi araçlarının nasıl evrileceğini kesin olarak öngörmek zor; ancak bildiğimiz bir şey var: teknoloji durmaksızın ve eksponansiyel bir hızla gelişiyor. Asıl tartışılması gereken soru, bu teknolojilerin nereye varacağı değil — insanlığın bu gelişime ne ölçüde eşlik edebileceği.  Çünkü etik, kültürel değerler ve toplumsal refleksler, bu baş döndürücü hız karşısında aynı tempoda ilerleyemiyor. Ve tam da bu uyumsuzluk noktalarında çatışmalar baş gösteriyor: Gerçeğin tanımı bulanıklaşıyor, bilgiyle manipülasyon arasındaki sınır silikleşiyor, bireyin özgür iradesi algoritmaların gölgesinde flu bir alana çekiliyor. Eğer bu süreci yalnızca teknik gelişmeler üzerinden okur, kültürel ve ahlaki inşayı geri planda bırakırsak; algoritmik dünyalar içinde kaybolan, özgürlüğünü özgürce teslim etmiş bir insan profiliyle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olacak.

Artık algı yönetimi yalnızca ekranlardan, içeriklerden ya da sosyal medyadaki mesajlardan ibaret değil. Bu detaylar çoktan işin masum tarafında kaldı. Süreçler daha sessiz, daha derin ve yaygın bir forma dönüşmek üzere. Veriyle entegre olmuş fiziksel dünya, bireyin algısını şekillendiren yeni bir sahne haline geliyor. Giyilebilir teknolojiler, artırılmış gerçeklik gözlükleri, sesli asistanlar, biyometrik sensörler ve hatta zihin-davranış arayüzleri; insanın yalnızca dijital içeriklerle değil, mekânla, objelerle ve diğer insanlarla kurduğu tüm etkileşimler yeniden çerçevelenebiliyor.

Bu noktada artık “benim fikrim”, “benim tercih ettiğim” dediğimiz şeyin bile gerçek kaynağı bulanıklaşacak gibi görünmekte. Çünkü yönlendirme, dışsal değilmiş gibi hissettiren bir içselleştirme biçimine gelişiyor. Algı yönetimi; tepeden dayatılan bir propaganda değil, bireyin özgürce seçtiğini sandığı ama algoritmik olarak optimize edilmiş bir deneyimi yaşaması halini alıyor. Kısacası algı, yalnızca bilinci değil, bedeni ve çevreyle kurulan tüm ilişki biçimlerini de kapsayacak şekilde yönlendirilecek kimliklere bürünmeye başladı. Tam da bu nedenle, insanın hiç olmadığı kadar kendisine ait filtrelere sahip olması bir zorunluluk. Dışarıdan gelen etkiyi tanıyabilmek, içeriden gelen sesi ayırt edebilmek için bireysel bilinç, dijital okuryazarlık ve eleştirel düşünme yetileri geleceğin en büyük direnç alanları haline gelecek.

Yakın dönemlerde Stanford Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, Instagram kullanıcıları içerikleri ortalama 1.7 saniyede tüketme eğiliminde. Tam bir dikkat parçalanması. Bu detay dopamin temelli içeriklerle birleşince, bireyin zihinsel dünyası mikro anlara teslim oluyor. Netflix’ten TikTok’a kadar pek çok platform, seçim hakkı sunuyormuş gibi yaparken aslında insanı dikkat tasarımcılarının kurduğu duygusal labirentlerde gezdiriyor. Böylesi özgür görünümlü dünyalarda, algılar tasarımcıların istediği noktaya doğru talep edilen biçimde şekillendiriliyor.

Cambridge Analytica’nın seçim manipülasyonları ya da Çin’in sosyal kredi sistemi. Algı yönetimi dediğimiz kavram pazarlamadan politikaya, sağlıktan çocuk yetiştirmeye kadar yaşamın her alanına entegre. Dahası, birey artık yalnızca hedef değil; o içeriğin üreticisi, yayıcısı ve hatta etkileyici ajanı konumunda. Bir tweet, bir video ya da bir yorum; her biri manipülasyon zincirinin halkası olabiliyor.

Dahil olduğumuz dönemdeki algı yönetiminin en tehlikeli ama etkili boyutu sanırım ki kişiselleştirme süreci. Algoritma destekli evreler, bireye özel içerik sunarak görünmeyen filtre balonları oluşturabilmekte. Bu da “farklı gerçekliklerin” ortaya çıkmasına neden oluyor. Bireyler aynı olayı bambaşka şekillerde deneyimliyor. Bu noktada özgürlük bir illüzyona dönüşüyor.

Algı Yönetimi ile Demir Altını Yenebilir Mi?

Tarihten çarpıcı bir örnekle bunu düşünelim. Yıl 1813; Prusya Krallığı, Fransa’ya karşı yürüttüğü savaşı finanse etmek zorundaydı, ancak hazine boştu. O dönemin yönetimi, toplumun en varlıklı kesiminden destek istemeye karar verdi. Aristokrat kadınlardan altınlarını savaş için bağışlamaları istendi. Karşılık olarak ise kendilerine demirden yapılmış takılar verildi. Üzerlerinde şu yazı vardı: Gold gab ich für Eisen” — “Demir karşılığında altın verdim.”

Bu takılar bir sadaka değil, bir onur madalyası gibi takıldı. Çünkü burada asıl değer, metalin değil, anlamın içindeydi. Prenses Marianne bu kampanyanın sembol figürüydü. Kısa sürede, demir; zenginliğin değil, cesaretin, vatan sevgisinin ve adanmışlığın simgesi haline geldi. İnsanlar altını değil, anlamı taşımaya başladı. Bu, yalnızca bir finansman stratejisi değil, güçlü bir algı yönetimi başarısıydı. Savaş, bu kolektif inançla finanse edildi… ve kazanıldı.

Yeni çağda, hakikat bir rekabet alanı değil; bir tasarım meselesi olacak. Ve onu en iyi tasarlayan, gerçekliği de yönetebilir, yönlendirebilir olacak!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir