Sosyal medyada yalnızca birkaç dakika geçirdikten sonra kendinizi birdenbire öfke dolu hissettiğiniz oldu mu?
Sessiz sakin bir videoyla başladığınız o gezinmeler, nasıl oluyor da birkaç dakika içinde sizi öfkelendirebiliyor? İlk başta eğlenceli gelen içeriklerin, bir noktadan sonra duygusal dengenizi bozması normal mi gerçekten? Sizce bu bir tesadüf mü? Beş dakika önce gevşemek için girdiğiniz bir uygulama, şimdi sizi sinirlendirmiş ve germiş durumda.
Belki fark ettiniz, belki de etmediniz ama son yıllarda öfke, dijital platformların en çok dolaşan duygusu haline geldi. İnsanlar, neye kızgın olduklarını paylaşmaya daha çok eğilim gösteriyor ve bu tarz içerikler gündemde daha fazla yer buluyor. Üstelik bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değil; farklı ülkelerde de benzer sosyal medya dil akışları söz konusu. Gittiğim birçok ülkede de tıpkı bizdeki gibi benzer bir içerik akışları ve maruz kalmalar mevcut. Adeta insanlığın sistemsel bir “bug”ına dönüşen bu öfke hali, artık markalar, içerik üreticileri ve bazı algoritmalar tarafından bilinçli bir şekilde yönlendiriliyor.
Farkında olmasak da bugün duygusal ve psikolojik tepkilerimiz, oldukça sistematik ve planlı yapılar tarafından manipüle edilmeye açık hale geldi. İnsanların öfkelerini dile getirebileceği içeriklerin sayısı her geçen gün artıyor. Çünkü öfke, mutluluk ya da başarıdan çok daha hızlı yayılıyor.
Örneğin, geçtiğimiz günlerde Ishowspeed ülkemizi ziyaret etti. Bu kişinin çektiği videolardaki detaylar hızla gündem haline oldu ve bu videolar kısa sürede sosyal medyada viral oldu. Binlerce kişi tepki gösterdi, yorum yaptı, paylaştı. Tartışmalar olması gerekenden çok daha fazla büyüdü. Videoların içeriği ya da ülkemizdeki bazı detaylarla ilgili doğrudan bir yargı belirtmek istemiyorum nitekim birçok eleştiriye ben de katılıyorum. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. Bu içeriklerin amacı gerçekten Türkiye’yi tanımak mıydı? Yoksa kültürel sınırları zorlayarak, öfke tetikleyici içeriklerle etkileşim kazanmak mı?
Bu tarz sosyal medya figürleri, gittikleri ülkelerde öfke kültürünü tetikleyebilecek içeriklere bilinçli olarak yönelebiliyorlar. Çünkü yüksek etkileşim, genellikle bu tarz tepki çekici anlardan besleniyor. Dolayısıyla, bu içerikleri değerlendirirken yalnızca olayın görünen yüzüne değil, etkileşim sistematiğine ve duygusal yönlendirme stratejilerine de dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.
İşte bu yüzden sosyal medya, öfkeyi ödüllendiren çevrimsel mekanizmalar inşa edilmiş durumda. Öfke Kültürü (Rage Culture) olarak bilinen bu kavram, insanların öfke ve kızgınlık gibi yoğun duygular üzerinden içerik ürettiği ve bu içeriklerin daha fazla etkileşim aldığı dijital bir atmosferi ifade etmekte. Öfke Kültürü (Rage Culture) tarih boyunca aslında hep vardı ancak şimdilerde hız üzerinden şekilde değiştirdi. Daha önce mahalle aralarında fısıldanan öfke, şimdi milyonlarca kişiye saniyeler içinde ulaşabiliyor. Şüphesiz ki bunun da sonuçları çok daha derin olabiliyor.
Düşünsenize; kimi zaman kim olduğunu bilmediğimiz, geçmişi belirsiz ya da uzun süre marjinalize edilmiş bireyler, bir anda milyonlara hitap eden dijital figürlere dönüşebiliyor. Görünürlükleri arttıkça, büyük kitlelere ulaşan içerikler üretmeye başlıyorlar. Ancak bu içerikler çoğu zaman bağlamından kopuk, arka planı flu ve manipülasyona son derece açık oluyor. Dahası, bu kişiler ellerindeki devasa etkileşim gücünü yalnızca içerik yaymak için değil; bu içerikleri, zamanla toplumsal normlara dönüştürmek için de kullanıyor. Bugün medya başlıkları, meclis tartışmaları ve halkın gündemi; giderek daha fazla bu kültürün ürettiği öfke, sansasyon ve kutuplaşma yüklü içeriklerin izinden şekilleniyor. Belirli durumlarda bunun yanlış olduğunu veya olmaması gerektiğini savunmuyorum, tam aksine birçok durumda etkili de olabiliyor. Toplumun sesini duyuramadığı yerlerde bir kişinin görünürlüğü, bir hashtag kadar güçlü olabiliyor. Ancak asıl konu, bu dönüşümün kontrolsüz ve sorgusuz bir biçimde norm haline gelmesi.
Kimin neye tepki verdiği değil; bu tepkilerin kimler tarafından, hangi yöntemlerle ve hangi sıklıkta önümüze çıkarıldığı artık çok daha kritik bir mesele. Bu bir dizayn meselesi…
Örneğin, bazı durumlarda bir yasa, bir düzenleme ya da toplumsal kararı ilgilendiren bir mesele, daha gerçekleşmeden aylar önce dijital ortamda adım adım duyuruluyor ama bu duyuru doğrudan değil, öfkeyi yönetecek kontrollü bir tepki alanı yaratılarak yapılıyor. Adeta toplumun enerjisini soğuracak bir sünger devreye sokuluyor. Tartışmalar yapılıyor, videolar üretiliyor, küçük krizler çıkartılıyor. Herkes konuşuyor, sinirleniyor, yoruluyor. Ve aylar sonra o gerçek adım atıldığında, sessizlik… Ne toplu tepki kalıyor ne de bir farkındalık. Çünkü o öfke çoktan harcanmış, etkisiz hâle getirilmiş oluyor.
“Bu rezillik nasıl olur?”, “Yazıklar olsun!” gibi ifadeler artık yalnızca duygusal tepkiler değil; dikkat çekmenin ve görünür olmanın stratejik araçları haline geldi. İçerik üreticileri de bunu fark etmiş durumda: İnsanların öfkeleneceği noktaları bilinçli olarak seçiyor, başlıkları bu şekilde atıyor ve bir diğer deyişle etkileşimi de garanti altına alıyor.
Neden mi?
Çünkü algoritmalar bu tarz içerikleri ödüllendiriyor. Daha fazla gösterim, daha çok beğeni, yorum ve paylaşım… Öfke, böylece dijital çağın yeni sermayesi haline geliyor.
Öfke kültürü, dijital dünyanın geçici bir yan etkisi değil; aksine, geleceğin medya dinamiklerini şekillendirecek kalıcı bir güç haline gelmeye aday. Bugün algoritmaların görünürlük ödülleriyle beslenen bu kültür, yarının toplumsal algılarını, politik söylemlerini ve hatta bireylerin psikolojik dayanıklılığını etkileyecek kadar derin bir yapıya sahip. Öfke artık sadece bir tepki değil; bir strateji, bir dikkat silahı, hatta bir kimlik gösterisi halini aldı. Ancak her sistem, doyum noktasına ulaştığında dönüşmeye başlar. Rage culture da uzun vadede kendi karşıtını yaratacağını tahmin ediyorum. İnsanlar bir noktada duygusal tükenmişlikle yüzleşecek, sahte öfkenin manipülatif doğasını fark edecek ve “gerçek bağ kurma” arayışına yönelecek.
Aslında sorun, insanların neye öfkelendiğinde değil. Sorun, bu öfkenin kasıtlı olarak yönlendirilmeye açık olması ve bu yönlendirme üzerinden kitlelerin manipüle edilebilmesi. Çünkü bu kültürde öfke, bireyin içsel bir duygusu olmaktan çıkıp, dışsal bir araç haline geliyor.
Bu noktada öfke, bir hak arayışından çok, bir etkileşim aracı; bir kişisel ifade değil, bir kitlesel yönelim halini alıyor. Ve bizler, çoğu zaman bunun farkında bile olmadan bu döngüyü yeniden ve yeniden besliyoruz. Beslendiğimiz bu detaylar bizi aynı zamanda pasif eylemci haline de dönüştürüyor.
Gerçek tehlike, öfkenin kendisinde değil; öfkenin anlamını yitirmesinde.
Yani ne zaman ki haklı tepkiler, tıklanabilir içeriklere; adalet duygusu, linç kültürüne; farkındalık ise algoritmik bir öfke tiyatrosuna dönüşür, işte o zaman asıl meseleyi kaybetmiş oluruz.
Bir yanıt yazın